AYRILIŞ
Yurdunu Terk Etmenin Hüznü ve Yeni Bir Başlangıcın Umudu
AYRILIŞ
Şair Vergilius’umükemmel ikonik tasviri hiç kuşkusuz omuzlarında babası Anchise ve elinden tuttuğu oğlu Ascanius ile alevler içindeki yurdunu terk eden Aeneas figürüdür.
Yunan savaşçılar (Akalar) tarafından Truva’nın tahrip edilmesi sonucunda, tanrıların da belirttiği gibi vatan olarak adlandırabileceği yeni bir yer arayışı içinde kendi yurdunu ve köklerini terk etmenin verdiği hüzünle Akdeniz’de başlayan uzun ve kederli yolculuğunda, Aeneas ve yanındakiler İtalya’daki Latium bölgesine ayak basmadan önce beş ülkeden yani Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, İtalya ve Tunus’tan geçmişlerdir.
Bir gemi kazasından sonra Afrika kıyılarına ayak basan Truvalıları karşılayan Kartaca kraliçesi Dido’nun ricası üzerine kaybedilen savaş ve yeni bir anavatana kaçış olaylarını arka arkaya hatırlayan Aeneas’ın kendisidir:
“Silah başına, adamlarım, silah başına! Bu mağlupların son günüdür. Bırakın beni muharebeyi bir kez daha göreyim, beni Yunanlılara bırakın. Bugün ölmeyeceğiz, bugün hepimiz öç almadan ölmeyeceğiz! İşte bu yüzden kılıcımı bir kez daha kuşandım ve sol koluma kalkanımı bağlayıp evden ayrılmak üzere yola koyuldum.
Ama, kapının eşiğinde Creusa ayaklarıma atıldı ve küçük Lulo’mu (oğlu Ascanius’un ikinci adı) kolundan tutarak bana sarıldı: ‘Ölmeye gidiyorsan bizi de aynı kaderi paylaşmak için yanında götür. Ama silaha sarılmakta bir umut ışığı görüyorsan, önce evini koru. Küçük oğlumuzu, babanı ve karın olarak beni kimlerin eline terk etmek istiyorsun?
Sesi ve yakarışları evin duvarlarında çınlıyordu ki, o anda tarifi mümkün olmayan bir mucize gerçekleşti: kollarımızda tutarak kederle baktığımız Lulo’muzun başında ince bir alev ve bir ışık parıltısı belirdi, bu alevle yumuşak saçları tutuştu ve alev şakaklarına doğru yayılmaya başladı.
Biz korkudan titreyerek bir yandan çocuğun alev almış saçlarını silkeleyip bir yandan kutsal alevi su ile söndürmeye çalışırken, babam Anchises gözlerini gökyüzüne dikip ellerini açarak bir sevinç nidasıyla haykırdı: “Her şeye kadir olan gökyüzü tanrısı Zeus, eğer duamı kabul edeceksen, bizleri gör ve bize merhamet et, bizden yardımını esirgeme ve duamı kabul eyleyerek bu kehâneti doğrula.
Daha sözlerini henüz tamamlamıştı ki, aniden sol taraftan bir şimşek çaktı ve arkasında ışıklı bir iz bırakarak karanlıklar içinden gelen bir yıldız, evin çatısını sıyırarak yere düştü. Onun göz kamaştıran bir ışıkla bize yol göstererek İda Dağı’nın ormanları içerisinde kaybolduğunu gördük.
Artık Aeneas canlanır ve katliamdan kurtulanların başına geçerek komutayı ele alır. Şimdi hepsi büyük bir güvenle kendilerini ona emanet etmişlerdir ve Aeneas da bunun sorumluluğunu omuzlarında hissetmektedir.
Yürümeye koyulurlar ve İda Dağı’nun eteklerine ulaştıktan sonra burada kamp yapıp, hiç zaman kaybetmeden sağlam ağaç gövdelerini kesmeye başlayarak kendilerine küçük bir filo inşa ederler. Artık onları denizlerde bekleyen maceralara atılmaya hazırdırlar. Bu şekilde yirmi gemiyi donatmayı başarırlar ve denize açılırken ufukta Truva’nın limanlarının, kıyılarının, tarlalarının kaybolduğunu gördükçe gözlerinde yaşlarla kendi topraklarından ebediyen ayrılırlar. Şimdi sadece gizemli bir kaderin insafına bırakılmış ve bilinmez bir geleceğe giden sürgün mahkûmlardan başka bir şey olmadıklarının acı bilinci içindedirler.